top of page

NECİP FAZIL’IN FİKİR DÜNYAMIZDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

  • Yazarın fotoğrafı: Dr.Aliosman Dağlı
    Dr.Aliosman Dağlı
  • 19 Kas
  • 4 dakikada okunur

Allah’ın bize lütfettiği büyük nimetlerden biri, fikir ve iman dünyamıza yön veren büyük şahsiyetlerdir. Bu topraklara, her dönemde münevver zatlar gelmiştir. Ancak Rabbimizin Müslüman Türk milletine bahşettiği en büyük hediyelerden biri, hiç kuşkusuz Üstad Necip Fazıl Kısakürek’tir. Osmanlı’nın çözülmeye başladığı, Tanzimat ve Meşrutiyet’in ardından kültürel yozlaşmanın arttığı bir dönemde, adeta kara kışın ardından gelen bir bahar gibi Necip Fazıl bize gönderilmiştir.

Ben, Üstad’ın adını çocukluğumdan beri duyardım. Babam da onun talebelerindendi, MTTB’deki konferanslarına katılırdı. Fakat doğrusu, o yıllarda bu isim zihnimde derin bir iz bırakmadı. Necip Fazıl, benim için uzun süre sadece bir şair, “Çöle İnen Nur” ve “Son Devrin Din Mazlumları”nın yazarıydı. Onunla gerçek anlamda tanışmam 2018 yılına denk gelir.

İlmî hayatımıza altı yaşında başladık. Bir yandan okul, bir yandan medrese derken, Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi’ne kadar uzanan bir eğitim süreci geçirdik. Orada, fikir ve zihin dünyası üzerine konuşan hocalarımız oldu. Kimi modernistti, kimi Ehl-i Sünnet çizgisindeydi. O günlerde “fikir” kavramına gülen, bunu gereksiz gören arkadaşlarımız bile vardı. Zamanla anladım ki, fikir; inancın, ilmin ve kültürün mayasıdır.

2006 yılında icazetimi aldım. O dönemde Türkçe kitap okumamız pek teşvik edilmezdi. Ancak görev yerim Anadolu’ya çıkınca, ilmî çalışmalar yerine daha çok İslâm tarihi okumaya başladım. İstanbul’a tayinimden sonra babam bana “Sosyoloji, psikoloji ve antropoloji alanlarında da kendini geliştir.” dedi. Böylece bu alanlarda hocalardan dersler almaya başladım. Asıl o zaman “fikir”le tanıştım. Batı ve Doğu klasiklerini okudukça zihnimde yeni kapılar açıldı. Derken bir dost vesilesiyle Büyük Doğu külliyatına yöneldim. O zamana kadar farkında olmadan bir arayış içindeymişim. İlimle, okumayla dolu bir hayatım olmuştu ama o ilmin işlenmiş hâlini, yani Ehl-i Sünnet çizgisini, tasavvufun neşesini, ilmin vakarını ve bin yıllık kültürümüzün özünü bir arada bulduğum yer Büyük Doğu fikriyatı oldu. O zaman dedim ki: “Yıllardır aradığım fikir yapısı buymuş.”

Necip Fazıl’ın büyüklüğü, belki de ümmîliğinde gizli. Tıpkı Efendimiz’in “Rabbim beni terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyruğundaki gibi. Necip Fazıl, medrese eğitimi almamıştı; ama Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri gibi büyüklerin sohbetlerinden geçmişti. Klasik bir ilahiyat geçmişi olmamasına rağmen “İdeolocya Örgüsü”, “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu”, “İman ve İslâm Atlası” gibi eserleri kaleme almıştı. Bu, Allah’ın ihsanıdır; çabayla açıklanamayacak bir lütuftur.

Ben Necip Fazıl’ı bir inciye benzetiyorum. İnci, sıradan bir kum tanesinden doğar ama sedefin içinde kıymet kazanır. Necip Fazıl da Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin terbiyesinde bir kum tanesinden inciye dönüşmüştür. Onun arkadaşları “O da bizim gibi bir kum tanesi” diyebilir; ama sedefin içine girmeyeni inciye dönüştüremezsiniz.

Bazıları Necip Fazıl’ın Bergson’dan çok etkilendiğini söyler. Evet, belki bir portakal ağacının altındaki gübre meyveyi nasıl besliyorsa, Bergson da Necip Fazıl’a öyle dolaylı bir katkı sağlamıştır. Ancak Büyük Doğu, Bergson’un değil; Kur’an’ın, Sünnet’in ve Ehl-i Sünnet ulemasının kalbinden doğmuştur.

Necip Fazıl’ın farkı, yaşadığı her tecrübeyi fikre dönüştürebilmesindedir. Batı’yı öğrenmiş, Doğu’yu özümsemiş, bu iki dünyayı “İslâm süzgecinden” geçirerek bizlere sunmuştur. Bir yönüyle Hz. Musa’nın “Ya Rabbi, senin vereceğin en küçük nimete bile muhtacım.” deyişindeki mahviyet onda da vardır. Dış dünyasında dik, küfre karşı dimdik durur; ama iç dünyasında büyük bir tevazu hâkimdir. Belki de Allah’ın lütfunun ona erişmesinin sebebi budur.

Büyük Doğu külliyatı, bir kuşun kursağında taşı eritmesi gibi içselleştirilmelidir. Satır satır değil, gönül gözüyle okunmalıdır. “Çöle İnen Nur”da Peygamber tasavvuru, “Ulu Hakan”da kahramanlık, “Sahte Kahramanlar”da ise batılın nasıl teşhir edildiğini görürsünüz. “Aynadaki Yalan” romanı bile fikir aktarmanın aracıdır. Çünkü Necip Fazıl, milletinin soyut düşünceye çok aşina olmadığını biliyordu ve felsefî bir eseri roman biçiminde anlatmayı seçmişti.

Onun “İdeolocya Örgüsü”, sadece bir kitap değil; dünya çapında bir düşünce sistemidir. Necip Fazıl, insanlığın birikimini İslâm süzgecinden geçirerek yeni bir fikrî nizam ortaya koymuştur. “Gazalî mantığı usûl-ü fıkha dahil ettiyse, ben de fikrî nizâmı Müslümanlara kazandırdım.” Derken iddiası buydu. Ne var ki bazıları Necip Fazıl’ı yalnızca şair olarak anlatır, bazıları siyasi bir figüre indirger. Oysa o hem şair hem aksiyon adamı hem de fikir babasıdır. Fakat her şeyden önce, bir fikir mimarıdır. 20. yüzyılda İslâm mefkûresinin en büyük temsilcilerinden biridir. Bizim onun fikirlerini okumamamız, kendi fikrî mirasımızı terk edip dışarıdan fikir ithal etmemiz anlamına gelir. Oysa biz Karahanlılar’dan Osmanlı’ya uzanan bir medeniyetin çocuklarıyız; fikrimizi dışarıdan değil, kendi bağrımızdan alırız.

Bugün İslâm dünyasında, İngiliz veya Fransız kültürünün etkisinde yetişmiş, Anglosakson düşüncesini “İslâmîleştirmeye” çalışanlar var. Görünüşte dindar, özde Batılı… Necip Fazıl’ın değeri de burada ortaya çıkıyor: O, bu zihinsel sömürgeleşmeye karşı duran bir fikir adamıdır. “Doğru Yolun Yanlış Kolları” kitabında bunu açıkça anlatır.

Necip Fazıl, bize fikir babalığı yapacak insanın önce kendi kültürünü özümsemiş, tasavvufun hoşgörüsünü ve ilmin vakarını taşıyan biri olması gerektiğini hatırlatır. Bizim ihtiyacımız hem ilmi hem irfanı hem de ahlakı kendinde mezcetmiş insanlardır. Batı’nın “balla karıştırılmış zehrine” değil, kendi değerlerimizin hakikatine muhtacız.

Büyük Doğu külliyatı, yalnız okunacak değil; üzerinde çalışılacak bir mirastır. Bu kitapların özetleri hazırlanmalı, içerikleri tanıtılmalı, uygun olanlar farklı dillere çevrilmelidir. Sempozyumlar, paneller yapılıyor ama çoğu zaman Necip Fazıl’ı hakkıyla tanıyan insanlar az. Bu külliyatın yaşaması, onu doğru anlayanların kaleminden geçecek yeni eserlerle mümkün olur. Bugün Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarını çözmenin yolu da buradadır. Necip Fazıl’ın “Türkiye’nin Manzarası” adlı eserinde anlattığı gibi, 1923’ten 1973’e uzanan dönemi anlamadan bugünü kavrayamayız. O, toplumu analiz ederken Batı’nın sol ya da liberal gözlüğünü değil, Müslüman bir bakış açısını kullanmıştır. Bizim de ihtiyacımız olan budur.

Üstad, “Eskiler kıymetlidir, yeniler faydalıdır.” Dercesine geçmişin birikimini öz Türkçeyle süzerek bize sunmuştur. Tasavvuf klasiklerinden gazeteciliğe kadar geniş bir alanda eser vermiştir. “Para” kitabında ekonomiye, “Yahudilik, Masonluk, Dönmelik”te dünya sistemine İslâm’ın bakışını kazandırmıştır. O, sadece şair ya da fikir adamı değil; aynı zamanda ümmetin yanlış fikirlerle zehirlenmesini engelleyen bir seddir.

Sonuçta Necip Fazıl, kendi halkına, kendi dilinde, kendi iman anlayışıyla hitap eden bir düşünce rehberidir. Evliyaullahla irtibatını ömrünün sonuna kadar sürdürmüş, hiçbir zaman “oldum” dememiştir. Bu mahviyet, onu fikirde ve ruhta büyüten en büyük sırrıdır. Onu okurken roman gibi değil, düşünerek, not alarak, istişare ederek okumak gerekir. Çünkü Necip Fazıl, sadece bir dönem düşünürü değil; bir fikir medeniyetinin kapısını aralayan bir mürşittir. Rabbim, Üstad’ın şefaatine nail olup onunla Habîb’in sancağı altında buluşmayı cümlemize nasip eylesin. Âmin.

 
 
 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page